RÖPORTAJ | Orhan Miroğlu: AK Parti, bugün en büyük Kürt Partisi’dir

RÖPORTAJ | Orhan Miroğlu: AK Parti, bugün en büyük Kürt Partisi’dir

PeyamaKurd - Türkiye’de yerel seçim günü yaklaşırken birçok iddia, spekülesyon ve kulis bilgisi de kamuoyunda dönmeye başladı. Özellikle AK Parti ile HEDEP arasında görüşme trafiği başladığı iddiaları gündemde ana madde olarak yer alırken, Şeyh Said’in Diyarbakır’da bir bulvara isminin verilmesi de seçimler öncesi gündeme oturdu.

Yaşanan tüm gelişmeleri ve seçimin ABC’sini, AK Parti MKYK Üyesi Orhan Miroğlu ile konuştuk. PeyamaKurd’e konuşan Miroğlu, “İki parti arasında gizli görüşmeler var diyerek bu söylentiyi yayanlar şu gerekçeleri ileri sürüyorlar: Güya DEM, Öcalan’a tecridin sona ermesi, siyasi af ve kayyum atanmaması karşılığında metropol şehirlerde güçlü adaylar gösterecekmiş! Bu talepler üzerinden gizli- açık bir müzakere yürütmenin ya da pazarlığa oturmanın pek de mümkün olmadığını Türkiye’yi yakından takip eden herkes bilir” diyor.

***


Türkiye’de yerel seçimler yaklaşıyor. Kürtlerden eski desteği göremeyen AK Parti’nin yeni stratejisinde Kürtler ve onların yoğun yaşadığı kentler için neler var? Kürtler halkı tekrar kazanılabilir mi?

“AK Parti Kürtleri kaybetmedi, zaman zaman önüne hedef olarak koyduğu oyu yakalayamadı belki, ama AK Parti, bugün hem yegâne Türkiye Partisi hem de en büyük “Kürt Partisi.” Yani Kürtler’in siyasi temsil olanağı bulduğu ve oy verdiği bir parti.

Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’a duyulan saygı ise ayrıca hatırlanması gereken bir durum. Malumunuz, Kürt seçmenin oy kullandığı bölgeler artık yüzyıllardır yaşayıp gittiği kendi şehirlerinden oluşmuyor sadece, yüzyıl sonucunda birçok sorun barındırsa da siyasi, sosyal ve kültürel entegrasyon, nüfus mobilizasyonu, bu seçmen kümesini; bilhassa sanayi bölgelerinde, Marmara, Akdeniz ve Ege’de, çok az da olsa İç Anadolu’da, hemen her seçimde ve yer yer belirleyici hale getirdi. Bu siyasi realite 2028 seçimleri ve sonrasında daha da görünür hale gelecektir. Sorunuza cevap verebilmek için hatırlattım bu siyasi ve sosyal konumlanmayı.

Peki bu yeni sosyolojide ve çatışmalı süreçlerden sonraki tecrübeler ışığında Kürtler’in iktidardan ve muhalefetten beklentisi nedir? Soruya cevabım şudur benim: “siyasi temsil ve eşitlenme.”

Peki bir soru daha soralım: Bu arzunun yani siyasi temsil ve eşitlenme talebinin son 25 yıl içinde güçlü bir karşılık bulduğu parti hangisidir? Şüphesiz bu parti, AK Partidir. Peki ne oldu da bugün AK Parti’den Kürtler farklı bir siyaset yeni bir siyaset beklemeye başladı?   Her şey iyi gidiyordu aslında. İnkar siyasetinin sona ermesi, AB sürecinde ilerleme, demokratik reformlar, PKK’nın dağdan ineceğine ve silah bırakacağına dair beslenen umutlar…2015 yılına buralardan geldik.

“2015-2019 seçimlerini hatırlayalım”

AK Parti’nin 2015 seçimlerinden başlayarak Kürt seçmen arasında belli oranlarda oy kaybettiğini gördük. Bunun genel siyasi konjonktürel sebepleri olduğu gibi, parti politikalarıyla da alakalı bir yanı var. Gezi olayları, 15 Temmuz darbesi, hendek- çukur eylemlerinin, Doğu ve Güneydoğu’da demokratik ve sivil siyaseti zayıflatan sonuçlar doğurması ve bu şartlar altında ilan edilen kayyumlar, siyasi ortamı oldukça farklı hale getirdi.

2019 seçimlerinde bilhassa Batı şehirlerinde, il ve ilçelerin demografik yapısına uygun ama liyakate dayalı aday tercihleri, bilhassa İstanbul’da belediye meclis ve hatta ilçe belediye başkanlıklarında siyasi temsil ve eşitlenmeyi gözeten bir tercih, beş milyon Kürdün yaşadığı bu şehirde, İmamoğlu’na değil, Binali Yıldırıma kazandırabilirdi.

MKYK üyesi olarak Partime seçimlerden önce bu konuda 27 sayfalık siyasi bir rapor sundum ve MKYK toplantısında söz alıp paylaştım, bildiğim kadarıyla o dönemde bu konuda MKYK’ya sunulan yegâne rapordu.

Gereklerini yerine getirme konusunda tereddütler yaşandı ve bir ilerleme sağlanamadı. Benzer şartlar yaşanıyor bugün. Kürt seçmenin taleplerini iyi okumak, bu taleplerin ekonomik taleplerden ibaret olmadığını görmek, halkın arkasında güvenle duracağı siyasi aktörlerle sahaya çıkmak, siyasi söylem ve üslubun muhtevasını iyi belirlemek, teşkilatların siyasi motivasyonunu güçlendirecek tedbirler almak gibi birçok siyasi şart hem genel politikalarımıza hem de Kürt seçmenin beklentilerine olumlu yönde tesir edecektir ki, ilgili komisyonlarımızın gündeminde bunların siyasi bir stratejiye dönüşmesi çalışmaları devam ediyor.”

***  


“AK Parti, Kürtler’den oy almak istiyorsa sözünü DEM’e değil Kürtler’e söylemeli”

Parti stratejileri, adaylık süreci vs… derken kamuoyunda kulis iddiaları da gündeme geliyor. Bunlardan en önemlisi ise, AK Parti ile DEM’in perde arkasında görüştüğü iddiası. Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz?

"Evet bu tür söylentiler var, ama gerçek olma ihtimali zayıf bana göre. 2023 Genel Seçimlerindeki ittifak politikaları ve sonuçlarından sonra hiçbir partinin bir başkasıyla kapalı kapılar arasında görüşmeler yaptığını, yapabileceğini düşünmemek lazım.

Taban yani seçmen genel olarak bu tür görüşmelerden çok rahatsız. Yok sayıldığını iradesinin pazarlık konusu yapıldığını düşünüyor böylesi durumlarda.

AK Parti’nin Kürtler’den oy alması için sözünü DEM’e değil, bence bir bütün olarak Kürtler’e söylemesi gerekir, ne söyleyecekse… 

İki parti arasında gizli görüşmeler var diyerek bu söylentiyi yayanlar şu gerekçeleri ileri sürüyorlar: Güya DEM, Öcalan’a tecridin sona ermesi, siyasi af ve kayyum atanmaması karşılığında metropol şehirlerde güçlü adaylar gösterecekmiş! Bu talepler üzerinden gizli- açık bir müzakere yürütmenin ya da pazarlığa oturmanın pek de mümkün olmadığını Türkiye’yi yakından takip eden herkes bilir.

DEM, 2015’ten beri vahim hatalar yapıyor, ona ve seçmenine hiçbir faydası olmayan siyasi kararlar aldı ve CHP’yi destekledi. Sonuç ortada. Son genel seçimlerde bir milyonun üstünde oy kaybetti. Yöneticilerinin yaptığı açıklamalardan anlıyoruz ki, seçmen “Bizim varlık nedenimiz neydi?” Diye soruyormuş! Haklı bir soru. DEM şimdi diyor ki, Ümit Özdağ ve Kılıçdaroğlu arasında imzalanan protokol için, “Bu protokol bizim için bir utanç belgesidir ve hiç unutulmayacaktır” Unutulmasın tabi, ama peki o zaman Zafer Partisi gibi bir partiyle aynı safta ne işiniz vardı ve DEM’li gençlerle Diyarbakır’da karşılaştığında, “Ama siz katillere benzemiyorsunuz” diyen bir kişiyle aynı sandığa niye hem oy attınız hem Kürtlerin oy atmasını sağladınız?”

****


DEM Partisi, her parti ile görüşmeye açık olduklarını sık sık dile getiriyor. Kürtler arasında ise şöyle bir rivayet gelişti, “AK Parti ve DEM büyük kentler için anlaşacak. Devlet gelecek seçimlerden sonra kazanılan belediyelere kayyum atamayacak.” Bu iddialar ne kadar doğru? Resmiyette bir karşılığı var mı?

“Soruya kısmen yukarda cevap verdim sanıyorum. Kayyum politikaları ve nedenleri üstüne konuşmak lazım. Kayyum atamalarının hangi sebeple gerçekleştiğini biliyor herkes. Hendek eylemlerinden sonraki maddi ve manevi kayıplar korkunç denecek boyuttaydı. Hiçbir AK Partili bölgede demokratik sivil ve siyasi zeminin zayıflamasını istemez. Biz belediyeleri kayyumlarla yönetmek yerine kazanıp yönetmek istiyoruz.

Kişisel olarak konu gündeme geldiğinde suçun şahsiliği prensibinden yola çıkarak meclisleri de ortadan kaldıran- ki belediye meclis üyeleri sadece DEM’den ibaret değil, AK Partililer de var ve onlara da kayyum atanmış oldu- kayyum değil, de meclis içinden ve yine seçim yoluyla başkan seçilmesinin daha doğru olabileceğini düşünüyordum ve bunu partimle de paylaştım.

Çeşitli sebeplerle kabul görmedi. Hala da öyle düşünüyorum. Hukuki sürecin ve açılan davaların sonucuna bakıyorsunuz, 35’e yakın belediye başkanı hapis cezaları aldı, bazı davalar sürüyor.  Ama bu başkanlara oy verenlerin bir kabahati yok elbette, onlar seçilmemişler belediyeleri yönetsin diye oy vermiyorlar.

Seçimden sonra aynı şeylerin yaşanmaması isteniyorsa, DEM’in bir muhasebe yapması iyi olur. Aynı yanlışları yapmazlarsa devletin kayyum ataması için sebep kalmaz, sebepsiz kayyuma da kimse evet demez ve razı olmaz.”

****


“DEM, iki vekili AK Partiye kaptırmak pahasına, CHP’ye bir vekil hediye etti!”

CHP cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Diyarbakır’da iyi bir ivme yakalamıştı. Hatta 21 yıl sonra ilk kez vekil çıkarmıştı. O zamanki adıyla HDP’nin süksesi de ağır yara almıştı. Hatta tabanda HDP’ye sert ve ciddi olumsuz tavırlar vardı. HDP, bunun farkına vardı ve bazı değişimlere gitti. Bu bağlamda bakacak olursak, gelecek belediye seçimlerinde DEM ve AK Parti’nin ‘muhafazakâr’ adaylar çıkarıp Kürt seçmeni bu isimler ile yeniden kazanacakları söyleniyor. Görüşleriniz nedir? Gündemdeki bu iddialar ve CHP, DEM, AK Parti’nin mücadelesi sizce nasıl olacak?

“Yanılmayalım, CHP Diyarbakır’da vekil çıkarmadı. DEM, iki vekili AK Partiye kaptırmak pahasına, CHP’ye bir vekil hediye etti! Yani başından beri CHP ve DEM arasında diyaloglar kuran bir arkadaşı vekil yaptı.

Bunu ben değil seçimden sonraki ilk günlerde açıklama yapan DEM’li bir vekil söylüyor: Biz Tanrıkulu’nu meclise yollamak için, AK Parti’ye iki vekil kazandırdık! DEM’in seçim stratejisi, CHP’yle kurduğu ittifak Kürtler’de umulan sonucu vermedi. DEM ne muhafazakâr ne de laik- seküler Kürtler’i önemsedi. Baro Başkanlığı yapmış demokrat kimliğiyle sevilen sayılan Emin Aktar’ı son sıralara koydu, 60’lı yılların solcusu Cengiz Çandar’ı ön sıralarda aday gösterdi.

DEM’in Kürt seçmenle kurduğu ilişkide sanılır ki sorun sadece muhafazakâr Kürtler’i memnun edememeye dayanıyor. Sadece bu değil, bizim iktidarımızda sermaye büyüten ve güçlenen laik- seküler yeni orta- alt/ üst sınıfları da memnun edemedi bence, buna kendi periferisindeki Kürt aydınları da dahildir.

Şimdi “öze dönüş” siyasetine dönecekmiş gibi bir durum var. Açıklamalar öyle en azından. Ama mümkün olacağını sanmıyorum. Son kongredeki tercihler bunu açıkça gösteriyor. Sol marjinal grupların hakimiyeti ve anlayışı pek değişmiş görünmüyor.

Bu anlayışın sahayı nasıl okuduğunu bekleyip göreceğiz.

Kürtler bugün daha az eşitse CHP bunun sebeplerini kendi geçmişinde ve inkâr politikalarında aramalıdır

CHP’ye gelince. Mayıs seçimleri öncesinde bir balon gibi şişirdiler CHP’yi, kimi AK Partililer bile iktidarın değişme ihtimaline kandılar gidip CHP’den aday oldular. Aşiret deyince tüyleri diken diken olan tek parti CHP. Mecburi İskân ve sürgün politikalarıyla aşiretleri ‘medenileştireceğine’ inanan ve bugün de kanamaya devam eden yaraların oluşmasına sebep olan CHP, yüz yıl sonra, genel merkeze davet ettiği sözüm ona aşiret liderlerine rozet takıp durdu! Ama beklediği sonucu alamadı.

CHP Kürt toplumunda bu haldeyken sonuç alamıyor ve alamayacak da! CHP tarafından sadece Seçim zamanlarında hatırlanan bir halk olmak istemiyor Kürt halkı.

Yeni Genel Başkan Sayın Özgür Özel geçenlerde, Kürtler’in daha az eşit olduğunu söyledi. Yüzyıldır inkâr edilen bir halk eğer bugün daha az eşitse CHP bunun sebeplerini kendi geçmişinde ve inkâr politikalarında aramalıdır.

İnkâr edilen bir halkı kim nasıl eşit görecekti?! AK Parti inkârı kaldırdığı için eşitlik politikalarına yönelebildi Türkiye. AK Parti eşitsizlik ve inkâr yüzünden, Yüzyıl içinde açılmış mesafeleri kapatmaya çalışarak, red ve inkâr politikalarına karşı mücadele ederken, CHP hiç destek vermedi, tuttu bugün en çok seyredilen Kürtçe yayın kanallarının başında gelen TRT- KURDİ’yi engellemek için elinden geleni yaptı. Anayasa Mahkemelerine başvurma dahil!

Adaylara gelince, DEM ne yapacak bilemem ama AK Parti Kürt toplumunun her kesiminden oy alabilecek adaylarla seçime girecek. Muhafazakâr Kürt seçmen bizim zayıf karnımız değil, bizim zayıf karnımız orta sınıflar, gençler. Fena değiliz aslında ama yeterli olduğumuzu da söyleyemeyiz.

Demokrat, güvenilir, mütevazi ve mesela Araplarla Kürtler’in iç içe yan yana yaşadığı Mardin, Siirt, Şanlıurfa gibi şehirlerde “melez” adaylara dahi ihtiyacı olacak partimizin.”

****


“Bu ağır yükten kurtulmak ve tarihle barışmaktan başka bir yol yok”

Son günlerde Diyarbakır’da bir bulvara Şeyh Said’in adının verilmesi toplum ve siyaset gündeminde yer edindi. Şeyh Said, Kürtler için önemli bir özne. Bu hadiseye dair fikriniz nedir?

“Cumhuriyet’in kuruluş yıllarını ve bu dönemde gerçekleşen irili ufaklı isyan hareketlerinin sebeplerini, sonuçlarını hem hatırlamak hem de konuşmak lazım. İnkâr sürecinin başladığı yıl, Türkçülüğün fikir babası Diyarbakırlı Ziya Gökalp’in vefat ettiği yıldır, yani 1924. Şeyh Said isyanı bir yıl sonra başladı ve kısa sürede de bastırıldı. Ayrıntıya girmeye gerek yok. İsyancılar çok geçmeden yakalandı ve isyana öncülük esen Şeyh Said’le beraber idam edildi. Etno- kültürel dinamiklerin bastırılması, tarihte de örneklerini çokça gördüğümüz gibi isyan dinamiklerini harekete geçirir ki, Şeyh Sait hareketi de bu çerçevede bir harekettir.

Etnik-hınç ve öfke üzerinden anlaşılamaz. Aradan geçmiş 100 yıl. Binlerce kişiden oluşan Şeyh Sait ailesi başta olmak üzere halkın içinde derin yaralar bırakmış bir sonuç! Kürtler bunu bir “mağduriyet belleği” olarak yaşatıyorlar. Oysa bu belleğin de normalleşmesi gerekir. Normalleşme de az çok bu yollarla gerçekleşir ve kimseye de zararı olmaz. Adına dernek- vakıf kurarsınız, ismini bir yere verirsiniz filan. Ki torunları yaptılar bunları. Helalleşme dediğiniz de odur aslında. Yoksa amaç hiçbir şekilde yeni isyan dinamikleri yaratmak filan değildir.

Şeyh Sait ailesinin mensupları merkez sağda siyaset yaptılar, hiçbiri isyan etmedi bildiğim kadarıyla, bugün de TBMM’de Abdurrahim Fırat dostumuz AK Parti Erzurum milletvekili olarak görev yapıyor. Tabi başka insanlar hadiseye bizim baktığımız gibi bakmak zorunda değil. Ama bu safha tarihimizin bir parçası, yaşanmış olmasından hiçbirimiz sorumlu değiliz.

Çatışmalarda hayatını kaybedenler de bizim evlatlarımız ve insanlarımızdı, darağacında asılanlar da Allah’tan rahmet dilemekten başka elimizden bir şey gelmez bugün. Tarihimizle barışmamız lazım. Ve galiba bu ağır yükten kurtulmak ve tarihle barışmaktan başka bir yol yok.

Ama küfür etmek, hakaret etmek nedir?

Bir gazeteci yaptı bunu ve Diyarbakır Barosu suç duyurusunda bulundu. Bu meseleyi anlamaya çalışmak herkesin yararına.

Ama meseleyi hakaret ve küfür boyutuna taşıdığınızda, karşılıklı etnik hınç ve öfkeyi büyütür, şoven duygulardan beslenen farklı iki ulusal psikolojinin capcanlı kalmasına sebep olursunuz..

Dersim’de Seyyid Rıza’nın heykeli var, o da Şeyh Sait hadisesine benzer bir hadise. Batman- Gercüşlü Kürt şair Cegerxwin’in adı bir kültür merkezine konuldu. Şerafettin Elçi’nin ismi Şırnak Havaalanında yaşıyor, Musa Anter’in ismi aynı şekilde Nusaybin’de güzel bir mekânda yaşatılıyor, Kürt aydın ve siyasetçileri bunlar, ömürlerini vermişler hak talepleri mücadelesine ama Türkiye’ye de hiçbir zaman düşmanlık yapmamışlar. Musa ağabey aydın ve yazar kimliğiyle, Türkiye’ye dair o saf ve temiz bağlılığı ve samimiyetiyle bilinen bir insan,

Diyarbakır’da alçakça katledildi, ondan hoşlanmayanlar ona ‘Türkiyeci Kürtçü’ diyorlardı ama ömrü boyunca devletin takibinden kurtulamadı. Şerafettin Elçi vekil ve bakan olarak bu ülkeye hizmet etmiş Kürdüm dediği için yargılanmış değerli bir siyasetçi, bu insanlara şovenizmin penceresinden ve empatiden yoksun bir öfkenin içinden bakarsanız isimlerini yeryüzünden ve hafızadan silmeniz gerekir, bu mümkün mü peki, hiç değil; bütün bu isim vermelere, hatıra yaşatma çabalarına, geçmişte bu ülkeye çok büyük acıların yaşatılması sonucu oluşan “Mağdur Belleğinin” ve acılardan beslenen bir hafızanın normalleşmesi olarak bakılabilir.

Ama bu düşünme şekline, kimilerini ikna etmeniz de pek mümkün değildir. Çünkü onlar 85 milyonluk bir ülkede %2 oy alabilmek için, her türlü normalleşme hamlelerine karşı çıkmak ve yaraları kaşımak zorundalar. Marjinaller ve marjinal kalacaklar.”

***


“Posta Kutusu- 213 Diyarbakır kitabımın ilginç bir hikayesi var”

‘Posta Kutusu 213-Diyarbakır’ isimli yeni bir kitap çıkardınız. Bu kitap Diyarbakır eski cezaevinde yaşanan 12 Eylül faşizmi ve insanlık dramını anlatıyor. Ama dikkat çeken ana bir detay var. Kitapta, Diyarbakır Cezaevi’nde yatan Orhan Miroğlu ve aynı yıllarda görev yapmış bir asker 35 yıl sonra İstanbul’da buluşuyor. Daha sonra bu eser ortaya çıkıyor. Bize kitabınızın içeriğini ve ne anlatmak istediğinizi özetler misiniz?

“Diyarbakır Cezaevi hakkında yazdığım üçüncü kitap oldu bu. Yarım asra yakın bir zamandır burayı anlatıyor, konuşuyor ve yazıyoruz. Daha önce Dıjwar ve Ölümden Kalıma, Diyarbakır Cezaevinden Mektuplar isimli kitaplarım yayınlandı. Posta Kutusu- 213’ün ilginç bir hikayesi var.

2014 yılında başladı hikâye. Burada görev yapan bir asker beni televizyonda görüyor ve görüşmek istediğini söylüyor. Görüştük ve ben görüşmeyi kayda aldım. Ağrılı, Kürt bir askerdi.

Sonra ben siyasi hayata atıldım ve o röportaj öylece kaldı. Hiçbir yerde yayınlanmadı. Hükümetimiz şimdi burayı tahliye etti, kültür ve hafıza müzesi oluyor burası. Tıpkı Süleymaniye’deki Emna- Sureka gibi (ismini doğru yazdım umarım, hafıza müzesi olarak düzenlenmiş ve Saddam döneminde de işkence merkezi olarak kullanılan bu mekânı yıllar önce ziyaret etmiş ve çok duygulanmış, çok hüzün duymuştum.)

Diyarbakır cezaevi Türkiye’de en çok konuşulan konulardan biri oldu. Milletvekilliğim döneminde Meclis’te bir komisyonun kurulmasına vesile oldum. Güzel bir çalışma yaptık, umarım bir gün deklere edilir. Dolayısıyla benim edebiyat serüvenim içinde bu mekân çok belirleyici oldu.

Son kitaba dönecek olursak. O askerle dokuz yıl sonra tekrar buluştum ve röportajın yarım kalan kısmını tamamladım. Burayı hep mağdurların dilinden duydu insanlar. İçerde ve dışarda hayata geçen sistemi mümkün kılan anlayış ve uygulamalarla yüzleştik ikimiz ve başka insanları da yüzleşmeye davet ettik.

“Bu kitapların Kürtçe ve Soranice olarak yayınlanmasını çok isterim”

Yeri gelmişken söylemek isterim. Bu kitapların sizde ve Kürtçe- Soranice olarak yayınlanmasını çok isterim. Kürtler çok şeyle uğraşıyorlar ama bence birbirlerini çok da iyi tanımıyorlar.

İçlerinden çıkan yazarları keşfetmeye dair ürkek bir tutumları var. Hewler’de, Süleymaniye’de Diyarbakır Cezaevini bilhassa genç kuşaklardan kaç kişi duymuştur acaba merak ediyorum. Bana Süleymaniye’de Emna Sureka’da geçen bir hikâye anlatmışlardı.

Yıllarca bu hikâyeyi yazmayı hayal ettim. Özetle şuydu. Peşmerge ailesine mensup- tek suçu kardeşlerinin dağda ve Peşmerge olmasıymış- bir genç kız tutuklanıp buraya atılıyor ve tecavüz sonucu üç çocuğu oluyor. Sonrasını anlatmayayım. Heykeli bu müzede, bir hücrede eteğine tutuşmuş üç çocukla beraber tasvir edilmiş halde duruyor. Süleymaniyeli bir arkadaşımdan rica ettim, hadiseyle ilgili araştırma yapmasını, maalesef hemen hiçbir şey bulamadı.”

***


“Kurulan çadırı ben Hafıza Çadırı olarak tanımladım”

Aynı zamanda ‘Diyarbakır Anneleri’ni anlatan bir film de yaptınız. ‘Sesler ve Yüzler’ adlı eserinizin, 9 Aralık’ta Boğaziçi Film Festivali’nde gösterimi de yapıldı. Siyasi temponuza rağmen iki eser ortaya koymak meşakkatli olmalı. Size ilham veren şey(ler) neydi? Ya da başka bir ifade ile bu eserler ile hedef kitleye ne mesaj vermek istediniz? Ayrıca bu iki esere yönelik Diyarbakır’da projeleriniz olacak mı?

“Diyarbakır annelerinin son beş yıldır süren mücadelesi, son kırk yıla damgasını vuran çatışma sürecini, yaşanan acılar üzerinden yeniden keşfetme olanağı sundu bize. Kurulan çadırı ben Hafıza Çadırı olarak tanımladım. Evet orası bir Hafıza Çadırı. Kadına, aileye ve çocuk yaştaki insanlara yönelmiş şiddetin sebep olduğu can yakan hikayeler bunlar.

Eylem başladığında bir yazar, bir aydın ve bir siyaset adamı olarak ilgisiz kalamayacağımı anlamıştım. Benzer bir sorumluluğu ve hissiyatı yıllar önce Cumartesi Annelerine karşı da duymuş ve hissetmiştim. 2009 yılında Cumartesi anneleriyle röportajlar yaptım, hikayelerini dinledim ve bu bir kitaba dönüştü ve kitap “Her Şey Bitti, Ana’ya Söyleyin” adıyla yayınlandı.

Benzer bir acı da Diyarbakır Annelerinde var. Sebepler farklı, ama acılar aynı hiç farklı değil. 90’a yakın söyleşi yaptık annelerle. Sadece Diyarbakır değil Hakkari’den başlayarak şehirleri bir bir taradık adeta. Sonra belgesele dönüştü bu hikayelerin bir kısmı. Bir çatışma, yas ve acı alanına, tamamen insaniyet adına bakmaya çalıştık.

Seyrettiğinizde gözyaşlarını tutamıyorsunuz. Zaten biz de insanlar ağlasın ve hüzün duysun istedik. Annelere hangi dilde kendilerini daha iyi anlatabilirlerse o dili kullanmalarını istedik. Annelerin yarısı anadilleri Kürtçe’yle yaşadıklarını anlattılar. Film şimdi yurt dışındaki uluslararası film festivallerine hazırlanıyor.”