Arazi cinayetleri ve Bismil vakası üzerine notlar-II: Açığa çıkan

15 Haziran günü Bismil’de işlenen, dokuz kişinin öldürüldüğü katliamın ardından, 21 Haziran günü de Diyarbakır'da, iki kişi daha, arazi anlaşmazlığı gerekçesiyle, bir buçuk milyonluk metropolün ortasında, bir marketin içinde, üstelik kuzenleri tarafından öldürüldü.

Bismil'de gerçekleşen katliama tepkiler devam ederken, birkaç gün içerisinde aynı gerekçeyle tekrarlanan cinayet de önceki yazımızda* işaret ettiğimiz gibi, sorunun polisiye ve adlî bir konudan ibaret olmadığını ve tepki beyanlarıyla geçiştirilemeyecek düzeyde güçlü ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal temellere sahip olduğunu bir kez daha açığa çıkardı.

Birkaç gün arayla işlenen katliam ve cinayet, sadece altyapısındaki ekonomik, toplumsal ve kültürel temelleri açığa çıkarmakla kalmadı; her gerçekleştiğinde beyan edilen türlü tepkilere rağmen, vakaların peş peşe tekrarındaki değişmezlik, sorunun varlığı karşısında işlemeyen, çözüm üretebilme yeteneği bir yana, olayın arkasındaki olguyu anlama, ona nüfûz etme imkânından bile yoksun mekanizmaların acziyetlerini de bir kez daha ortaya koymuş oldu.

Gerçekleştiği andan itibaren, olaya dair politik ve entelektüel gündemin tamamını, olayın adlî yönü kapsamında, katliama varan süreç boyunca, polisiye ve yargısal anlamda bürokratik ilgisizlik oluşturmaya devam ediyor. Bismil vakasında anlaşmazlığın 70 yıldır sürmekte olduğuna vurguyla, yargı mekanizmasındaki ataletin ve başka sorunların olaydaki etkisine odaklanan genel söylem, neden-sonuç ilişkisinde aslî düzeyde belirleyici olan diğer sorumluluk paydaşlarının üstünü örtüyor. Yargılama süreçleri ve güvenlik önlemleri başta olmak üzere, sorunlu devlet mekanizmalarının olaydaki sorumluluğunun tekilleştirilmesinin, olayın altında yatan tarihsel, ekonomik, sosyolojik, sınıfsal, siyasal, kültürel vesaire etkenleri gölgelemeye başladığı yerde, bu alanlardaki çoklu sorumluluklar da, devlet sorunsalı perdesinin arkasına gizlenip kendilerini gözden kaçırmayı başarıyorlar. Olayın öncesinde ve sonrasında var olup bitene ve yapılanlara dair yoğun adlî gündem, yokluklarıyla ve yapılamamışlıklarıyla olayın hazırlayıcısı ve habercisi olan sayısız etkenin rolünü görebilmeyi olanaksızlaştırıyor.

Türkçe’de “hayatî” ya da daha modern biçimiyle “yaşamsal” diye kullanılan sözcükler, katliamın arkasındaki sorumlulukların, olayın nedenleriyle sonuçları arasındaki ilişkide bulundukları yeri ifadede, tam anlamlarını veriyorlar. Yapılanlar kadar yapıl(a)mayanlar da, hayatlara, yaşamlara mâl oldular; olmaya devam ediyorlar.

Bu yazının konusunu, "yaptıklarımız kadar yapamadıklarımızdan da sorumluyuz" ilkesi ışığında, devlet sorunsalını ve onun olgudaki payını tekilleştirme perdesinin arkasında gizlenenlerin bugüne kadar yokluklarıyla ve yapamadıklarıyla neden oldukları ve gözden kaçırmayı başardıkları sorumlulukları oluşturuyor.

***

İlk olarak, 21 Haziran günü, şehir merkezinde işlenen cinayette, katilin ve maktüllerin yakın akraba oluşları, arazi mülkiyeti anlaşmazlığının aile içinde çifte cinayete gerekçe edilebilirliği, mekânsal kentleşmenin toplumsal ve kültürel "kentli"leşmeyle aynı şey olmadığını, metropollleşme aşamasına ilerlemiş bir fiziksel-mekânsal kentleşmenin, içinde yaşayan insanları kentlileştirmeye yetmediğini bir kez daha örnekledi. Özellikle 1990'ların ikinci yarısı boyunca Kürt coğrafyasının kırsalını boşaltma politikası sürecinde, yerinden edilen ve şehre göçe zorlanan kitlelerin sayısının şehirliler karşısında katlarca fazla boyuta varması, üstelik şehirlilerin de güvenlik kaygısı başta olmak üzere şehri terk ederek ülkenin batısına taşınmaları, şehir nüfusunu, sosyo-kültürel bakımdan köylüleştirdi.

Köyünü bir gece içerisinde terk etmek zorunda bırakılan yüzbinler, kente uyum-kentle bütünleşme ve giderek kentlileşme için gereken süreden yoksun biçimde, kendileriyle birlikte, köyü de şehre taşıdılar. Kültürel köy, mekânsal kente egemen oldu ve ona hükmetmeye başladı. Nitekim 21 Haziran günü, kentin işlek caddesindeki bir markette iki kuzenini öldüren katilin zihninde, cinayete meşruiyet kazandıran, kentin değil, köyün hukukudur. Önceki yazımızda* ifade ettiğimiz gibi, hukuk silâhı değil, silâhı olan hukuku belirlemiştir. Sonuçta, 2023 yılının ortasında, Diyarbakır başta olmak üzere Kürt şehirlerinin köylülüğe ve feodalizme teslim olmasına karşı yapılamayanların ve onları yapamayanların cinayetlerdeki sorumlulukları, bir kez daha açığa çıkmıştır.

***

İkinci olarak, toplumsal ve kültürel modernleşmenin, yani kentlileşmenin maddî altyapısı olarak yerel kalkınmayı sağlayacak olan sermaye birikim ve istihdam alanlarını, böylece toplumsal gelir kaynaklarını üretme ve geliştirme, bir başka deyişle, toplumu üreticileştirme mekanizmalarını ellerinde tutan yerel sermaye çevrelerinin, şehrin ekonomisini, tam anlamıyla yağmacı bir saldırganlıkla imar rantına ve hizmet sektörüne, ve böylelikle, kalifiye olmayan, geçici, yaygın istihdama mahkûm etmelerinin sonuçları, şehrin sosyo-ekonomik ve dolayısıyla kültürel dönüşümüne, kırsal feodalizmin pençesinden moderniteye geçişine ket vuran en belirleyici etken olmuştur.

Bu bakımdan, kenti kent yapan temel etken olan üreticileşmeyi engelleyen arsa spekülatörleri ve inşaat sektörü başta olmak üzere, yerel rant çevrelerinin, cinayetlerin arkasındaki sosyo-ekonomik rolleri, bir kez daha açığa çıkmıştır.

***

Üçüncü olarak, kendisinin de politik bakımdan sorumlu olduğu her konuda olduğu gibi bu konuda da topu merkezî yönetime atarak taca çıkaran ana akım Kürd siyasetinin, 1994’ten 2019’daki kayyum müdahalelerine dek çeyrek asır boyunca elinde tuttuğu yerel yönetim kurumlarındaki politika üretimi ve uygulaması, yazının konusunu oluşturan “yapılamayanların sorumluluğu”na örnek alanlardan bir başkası olmuştur.

Örneğin, Diyarbakır’daki belediyeciliğin, zorunlu göç sonrasında hızlı kentleşmeye dayalı arsa spekülasyonuna ve imar rantına dayalı sermaye birikimi üstünde beliren yeni orta sınıfın gösterişçi mülkiyet ve kentsel konfor talebini, Kayapınar örneğinde olduğu gibi önceleyen kent ve orta sınıf merkezli yerel yönetim politikalarının, kırsalda “yapamadıkları”, sonuçları itibarıyla, Bismil’de ve Diyarbakır'da olup bitenin bir paydaşıdır.

Bu bağlamda, yerel yönetim kurumlarının ve yöneticilerinin etrafını kuşatmış yüksek “müteahhit” duvarı, doymak bilmeyen rant iştahıyla, kent çeperlerinde ve kırsalda olup bitenleri görülmez kılan en belirleyici etkendir. Bugün HDP’nin temsilindeki ana akım Kürt siyasetinin yerel yönetim anlayışında ve geçmiş pratiğinde, rant ve konfor arayışındaki yeni orta sınıfın politik kayganlığının gözetilerek yerel kamu hizmetlerinden ayrıcalıklı, zorunlu göç sonrası kentlerin çeperlerinde biriken gecekondu mahallelerinin ve kırsal toplumun ise, hamasî ideolojik manipülasyonla kolay oy deposu olarak değerlendirilerek dezavantajlı ve eşitsiz yararlandırıldığı, apaçık bir gerçek olarak, Kayapınar ile Sur, Bağlar, Şehitlik ve Fiskaya mekânlarında yaşanmaya devam etmektedir. Bu bakımdan, Kürt siyasetinin merkezî ve yerel yönetimlerde yapamadıklarıyla neden olduğu, katliam gerçekleştikten sonraki taziye ziyaretlerinin ve devlet eleştirisi tekeline sığınmanın örtmeye yetmediği politik sorumluluğu, bir kez daha açığa çıkmıştır.

***

Dördüncü olarak, tabelalarında "Kürdistan" yazılı olup, fiilî merkezleri Diyarbakır’da olan parti(cik)lerin, siyasal statü, anadili gibi genellikle hukuksal ve kültürel alandaki üst-yapı sorunlarıyla ve 1980 öncesi iç savaşta ölen yoldaşların hatıralarının anılması dışında çoğunlukla HDP’nin Türkiyelileşme stratejisinin eleştirisiyle sınırlı ve söylemden ibaret varlıklarının arkasında yatan, somut farkındalık ve fayda üretmeye dönük toplumsal politika üretimine dair malûllükleri açığa çıkmıştır. 1980 öncesi kuşak alışkanlıklarının yarım asırdır aşılamayıp, göz önünde gerçekleşen yerel toplumsal gerçekliklere kör, ve fakat, Türkiye içi, uluslararası ve küresel gelişmelere son derece vakıf olunan “yüksek siyaset” geleneğinin, Kürt kırsalındaki az gelişmişlik, bu bağlamda, kontrolsüz büyüyen ve metropolleşen kentle kır arasında giderek açılan eşitsiz gelişim ve modernleşme uçurumu konu olduğundaki suskunluğu, bu parti(cik)lerin, seçmenin somut gündemine gerçekten ne kadar nüfûz edebildiği ve bu bakımdan ne kadar parti olabildikleri sorusuna dair fikir vericidir.

İstisnasız her konuda Hewler’i gözeten “Kürdistanî” siyasetin, kendisinin kırk kilometre mesafedeki toprağını ve hatta merkezinin bulunduğu kenti tanıma ve onunla ilgi ve iletişim kurma konusunda Hewler ekolünü ne kadar rol model alabildiği ve böylece ne kadar “Kürdistanî” olabildiği sorusunun yanıtı, bir kez daha açığa çıkmıştır.

***

Beşinci olarak, Kürt siyasal hayatında son yıllarda moda olan, Kürt sorununun geldiği çözümsüzlük noktasındaki tarihsel sorumluluğunu, faturayı sola ve İslamcılığa keserek gizlemeye kalkışan, çiçeği burnunda Kürd sağ-milliyetçi popülizminin, “Kürt kimliği bilinci etrafında bütünleşmiş ulus” kurgusunun, toplumun toprak mülkiyeti rekabetiyle birbirlerini ve hatta yakın akrabalarını öldürecek düzeyde parçalanmış sınıfsal sosyo-ekonomik ve ve feodal gerçekliği karşısındaki traji-komik hâlini ortaya çıkarmıştır.

Böylece, Bismil’in tarlalarından kan kırmızısı çıkan sınıfsal gerçeklik, lümpenizmin tozpembe ulus hayallerini karartmış, sol enternasyonalizmin ve İslâmcı ümmetçiliğin Kürt ulusal bilincinin ve duyarlılığının önünde bariyer oluşturduğu söylemine sıkı sıkıya sarılarak tüm sözde politik söylemini sol ve İslâmcılık eleştirisine sığdıran sözüm ona Kürt milliyetçi popülist lümpenliğinin, dilinden düşürmediği "ulus"unun sosyo-ekonomik yapısıyla ve sorunlarıyla ilgisinin düzeyi, olanca netliğiyle bir kez daha açığa çıkmıştır.

***

Altıncı olarak, Diyarbakır Barosu gibi, kültürel ve siyasal hak savunuculuğunda uzmanlaşmış, etkin bir hukuk kurumunun olduğu yerde, kırsal toplumun adalet ihtiyacının, "kanâat önderi" diye modernleştirilen feodal karar mekanizmalarına terk edilmişliği, bir kez daha ortaya çıktı. Bu minvalde, modern hukuk mekanizmasıyla Kürt kırsalı arasında örülen yüksek "geleneksel" duvarlar olarak "kanâat önderi" deyiminin neredeyse tamamen ve "aşiret lideri" ünvanının ise tamamen neden sadece Kürt coğrafyasına özgülenerek kullanılmakta olduğunu sorgulamaya davet etmektedir.

Diyarbakır Barosu'nun, Kürt sorunu içerikli davalarda Strasbourg'daki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kapısını suyolu eden meslekî kapasitesinin, konu toplumsal üretim biçimleri ve ilişkileri  ve bu kapsamda sosyo-ekonomik eşitsizlik ve bölüşüm sorunları olduğunda, kırk kilometre ötedeki Bismil kırsalına uzanamayışındaki dramatik çelişki ışığında, feodalizmi bölge üstünde egemenlik aracı olarak kullanmaya devam eden otoritenin başarısına karşın, onu aşma ve modernleşme iddiasındaki siyasal ve toplumsal iradenin de kesin yenilgisi, bir kez daha açığa çıkmıştır.

***

Yedinci olarak, olay karşısında, yargı süreçlerinin gecikmesi ve etkisizliği başta olmak üzere devlete bağlı etkenlere yönelik bilindik eleştirileri dışında ekonomik, toplumsal, kültürel ve benzeri temellerde tahliller geliştirmede suskunluk denilebilecek kısırlığı, olayın toplumsal arka planına dair değerlendirmeler sunmaktan uzak tutumu, mevcut Kürt entelijansiyasının, devlet merkezli olmaksızın düşünce, tavır ve önerme geliştirmedeki bunalımını bir kez daha ortaya sermiştir. Coğrafyasında binyıllardır kesintisiz tekrar eden vaka karşısındaki şaşkınlık ve sadece yargılama ve güvenlik önlemlerinin eleştirisine kapanmışlık hâli, toprağın feodal yapısını ve toplumun geleneksel kültürel kodlarını devlet eleştirisiyle açıklama alışkanlığının neden olduğu zihinsel kısıtın  ifadesidir.

Savaşın iki cephesinden birinde konumlanmışlığın tarihsel sabitliği ve sürekliliği içerisinde, Kürt sorununa dair her olayı, devlet odaklı düşünme ve devletle açıklama kolaycılığı ve böylece yüzü devlete dönük yaşama alışkanlığı, coğrafyanın ve toplumunun dinamiklerine yabancılaşmış bir "Kürt Tanzimat aydını" tipini yaratmıştır.

Nitekim Diyarbakır örneğinde hemen her gün bir duyurusu görülen konferans, panel, seminer, atölye gibi entelektüel etkinliklerde, gazete, dergi ve bülten gibi süreli yayınlarda, Kürt coğrafyasının, şehrinin, kırsalının ve toplumunun mevcut durumunun, güncel değişimlerinin incelendiği, araştırıldığı, tartışıldığı ve konuşulduğu örneklerin istisnalarla sınırlılığı ışığında, yabancılaşmış Kürt entelijansiyasının toplumsal ve mekânsal çevresiyle ilişki ve ilgi düzeyi, bir kez daha açığa çıkmıştır.

****

Sonuçta, Erich Fromm'un, katilin sadece tetiği çektiğine, suçun asıl sahibinin, dolayısıyla azmettiricisinin, onu meşrûlaştıran toplum olduğuna işaret eden psikolojik kuramsal yaklaşımı ışığında, gündemdeki arazi anlaşmazlığı cinayetlerinin ve genel olarak, kültürel gerekçeli tüm suçların arkasındaki toplumsal sorumluluk, 15 Haziran Bismil ve 21 Haziran Diyarbakır vakalarıyla bir kez daha açığa çıkmıştır.


Vedat Koçal | Siyaset Bilimci

23.06.2023

Diğer yazıları:  Arazi cinayetleri ve Bismil vakası üzerine notlar!


 

() PeyamaKurd

Bu makale yazarın görüşlerini yansıtmaktadır. PeyamaKurd'un yayın politikası ve editoryal paradigması ile her zaman uyumlu olmak zorunluluğu yoktur.