Dârü’l-Harb
Sykes /Picot anlaşması, sadece bir bölüşüm ve paylaşım programı değildir. Aynı zamanda, emanetçi devletlerin başına, mafyatik gladyo yapılanmalarını da monte etme antlaşmasıdır.
Bu ülkelerdeki, cemaat ve tarikatlar, STK’lar, örgütler ve birlikler, esnaflar ve tüccarlar, özetle toplumun ana damarlarını oluşturan yapıların tamamı, Sykes/Picot antlaşması çerçevesinde, bölüşüm ve paylaşımın yaratacağı etkiye göre şekillendirildi.
Bunun için kullanılmaya müsait çevrelere teşvikler, krediler, imtiyazlar, ihaleler, ayrıcalıklar, dokunulmazlıklar, örgütlenme imkanları verildi. Böylelikle Muhalif olabileceklerin, gösterebileceği refleks, en aza indirilmek, hatta tamamen etkisizleştirilmek istendi.
Kemalizm, tam da Kürt korkusunu yendiğini sandığı bir süreçte, 1968 kasırgası ile karşılaşınca neye uğradığını şaşırmıştı.
Adnan Oktarlara, Süleymancılara, Fetullahçılara, Çarşambacılara, Kalkancılara, Kaplancılara, Kıbrısilere, Erenköy ve İskenderpaşacılara, Menzil ve diğer tarikatlara, o günün Cübbeli Ahmet’lerine, Doğu Perinçek, Mehmet Eymür, Ağar, Çatlı, Yeşil, İtirafçı tetikçiler, İbrahim Şahin ve benzeri unsurlara ihtiyaç duyar gibi yol açtırtmıştı. Devletin ajandasında artık dini sayfalarda vardı.
İstihbarat elemanlarının bu sahte Alimlere verdiği bilgiler, müritlerin üzerinde etkili birer ilahi Kerametlere dönüştü. Kontrollü İslamcı yapılanmalar, Cemaat ve tarikatlar kullanılmaya hazırdı artık.
Bir röportajındaki:
“Müslüman liderler, âlimler, meşayıklar, sık sık bir araya gelip, evvela ümmet bilincini kendi aralarında gerçekleştirmeleri gerekiyor. Daha sonra bunu kamuoyuyla paylaşmaları lazımdır. Vaazlarda, camilerde bu bilincinin oluşturulması gerekiyor. Çünkü karşımızda müfsit olan önemli bir internet ve sosyal medya var. Onlar bizi, gençlerimizi, toplumumuzu, ahlakımızı bozuyor. Buna karşı mücadelemiz topyekûn olmalıdır.
Eğer daha önce iki saatimizi mücadeleye, toplumsal barışa veriyorsak, şimdi bütün ruhumuzu, bütün vaktimizi İslam’ın hizmetine adamamız gerekiyor. Âlimler, mezhep, meşrep gözetmeksizin bu söylediğim acil duruma karşı mutlaka bir araya gelmeleri gerekiyor. Müslümanların durumlarını müzakere edip, vahdetin oluşması, İslam coğrafyasında var olan Müslümanların gücünü birleştirilmesi için çalışma yürütmesi gerekiyor.”
Açıklamasından günler sonra Bitlis Norşin'de katledildi Nakşibendi Halidi Şeyhi Abdülkerim Çevik. Bu bağlamda bu cinayet basit bir kriminal vaka mıdır?
Muhtemelen, yerli ve milli istihbaratçıların raporları arasında ki, sakıncalılar listesindedir.
Kapsamlı ele alınan,
Planlı, programlı, derin laboratuvar çalışması sonucu işlenmiş,
Yerel sapma ve yerel çelişki süsü verilmiş,
Profesyonelce işlenmiş alçakça bir cinayettir.
Şeriat Mahkemesine gidilemeyecek bir konu olmasına rağmen,
Sulh için yine de ilgilenen Şeyh Abdülkerim Çevik Hoca,
Karşı tarafın lehinde bir karar verseydi eğer,
Muhtemelen yine aynı şekilde katledilecekti.
Karar verilmiştir bir kere.
Afrin Kürt Dağının Asi isyancı Şeyhi,
Şeyh İbrahim Halil Soğukoğlu Cinayetinde buna benzer bir Cinayettir.
Geçmişte, Musa Anter Cinayeti de yerel anlaşmazlık ve sahnelenen alacak verecek tiyatrosu ile, benzer bir cinayettir.
Ülkenin kaderini değiştiren benzer bir olay daha vardır.
Ünlü Bir Kürt Aliminin oğlunun, İslamcı gençliğin liderliğini yapması, Sykes/Picot ile şekillenen Müesses Nizamın bekçisi Darbe Mekaniğinin, gelecek planlarına da terstir. Kırmızı çizgileri arasındadır.
Fatih Camisinin avlusunda, bugünün iktidarına yakın bir medya patronunun abisinin de içinde bulunduğu, karanlık bir çete tarafından barbarca katledilir.
O, Aristokrat bir Kürt, dinamik, bilgili, entelektüel, karizmatik bir öğrenci lideri olmanın ötesinde, Kasımpaşa-Fatih-Beyazıt hattından tüm Ülkeye yayılan Sessiz devriminde sembol bir ismidir o dönem.
Dârü'l-harb onun içinde harekete geçecektir. Öldürülmeseydi eğer, belki bugün Ülkenin başında o olacaktı.
Nitekim Metin Yüksel’in ölümünden sonra yerini Recep Tayyip Erdoğan alacaktır.
Cübbeli Ahmet Ünlü’nün Habertürk’deki demeci aynen şöyledir.
-Derin devlet vardır, olmalıdır. Allah zeval vermesin. Derin devlet olmazsa sığ devlet çıkar. Derin devlette din iman aranmaz. Dini imanı olmaz, orada herkes vardır. Allah'a da inanmayabilir, diğeri inanmayabilir. Vatan haini olmadıktan sonra. Solcusu da sağcısı da vardır. Derin devlette vatan, millet aranır. Derin devlet cemaatlerin içine mutlaka adam sokmuşlardır. Bir tane boş yoktur. Simitçidir, camilerin önünde koku falan satarlar, bunlar ayak takımıdır. Derin devlet takip etsin tabii. Burada selefisi çıkıyor, cuma kılınmazı çıkıyor. Dar'ül Harpçisi çıkıyor.”
Bu düşündürücü itiraf, devletin gizli cemaat ve tarikatlar ile sürekli ilişkisinin itirafıdır.
Aslında kutsal devletin, cemaat ve tarikatlar üzerinden tanrı olarak addedilmesidir.
İran-Irak-Suriye ve Türkiye’de İktidarlar değişse bile bu devletlerin cemaat ve tarikatlar politikasının değişmediğinin ispatıdır.
Türk’ü Din, Devlet’i Tanrı,
Türkçülüğü milli dinin kadim mezhebi olarak gören,
Barbarik pagan ayini gibidir işleyiş.
Cinayetler ise, sürekli aynı perdeden tekrarlanan, atonal ritüellerdir sanki.
Hizbullah, Haşdi Şabi, El Nusra, İşid ve benzerleri, Suriye, İran ve Irak’ta nasıl birer devlet refleksi olarak ortaya çıktıysa, Türkiye’de ki İslamcı yapılanmalarda, karşıt seküler unsurlar gibi, birer devlet refleksi olarak uyarlandılar.
1916 Sykes/Picot antlaşması ile tasarımı tamamlanan devletlerde Din, tahrip gücü yüksek, yerli ve milli silahlar arasındadır artık. Dar'ül Harp tanımlaması boşuna değildir.
Şirk , küfür ve Bid'at İle donatılan, yapay ve uydurulmuş bir İslamcılık, yaşamın her alanına hakimdir.
Kasım Süleymani İnfazı sonrası, İngiliz medyasının bütün gücüyle ABD'yi karşısına alıp İran’ın yanında yer alması, Sykes/ Picot prensiplerinin rejimler değişse bile, geçerliğini koruduğunun en net ispatıdır.
Sahte cemaat ve tarikatların oluşum ve konumlandırılma süreci, bu devletlerin ajandasındaki beka meselesi ile direkt bağlantılıdır.
Veysel Göker
22.01.2020