Halkların kardeşliği ancak gerçek bir özgürlükle mümkündür 

Kürtleri, Kürt kimliğinden uzaklaştırma girişimleri hiçbir zaman sömürgecilerin gündeminden düşmedi. Paylaşımcıların oluşturduğu statükonun korunması için, Kürtlerin Kürt gibi değil Türkiyeli, İranlı, Suriyeli ve Iraklı gibi düşünmesi ve yaşaması gerekiyordu. Onun için muhafazakâr Kürtlere ümmetçilik, 60’lı yıllardan sonra ortaya çıkan Kürt soluna da enternasyonal olmak dayatıldı.

Sömürgecilerin bu politikasını kabul etmeyen ve Kürt kimliğine sahip çıkan Kürt yurtseverleri ise, sömürgeciler tarafından bölücü, ayrılıkçı olarak suçlanırken, ümmetçi ve solcular tarafından da milliyetçi, gerici, ilkel milliyetçi ve emperyalizmin yandaşları olarak suçlanıyorlardı.

Gerçi gelinen aşamada, bu yaklaşım Kürtler arasında eskiye nazaran pek geçerli değil ama bıraktığı tahribat hala devam ediyor. Türkiyecilik ve Iraklı kalma siyaseti etkili bir şekilde devam ediyor. Bunun en basit örneğini, kuzey Kürdistan’da siyasetin istikametini tayin etmede belirleyici rol oynayan HDP’nin “Halkların Kardeşliği” şiarında görüyoruz. Veya Türkiye’yi demokratikleştirme çabaları. 

Kuşkusuz halkların kardeşliği ve Türkiye demokrasisi önemlidir. Türkiye’nin demokratikleşmesi ve hukuk devleti olması en azından mevcut olan savaş dilini ortadan kaldırır. Aynı zamanda halkların birbirlerine karşı düşmanca yaklaşımlarını ortadan kaldırır. Bunun gerçekleşmesini istemek için ümmetçi veya sosyalist olmaya gerek yok.

Ama kurulduğu günden beri bir türlü demokratikleşemeyen Türkiye’nin, demokratik hukuk devleti olabilmesinin hamallığını gırtlağına kadar sömürülen, her türlü baskı ile karşı karşıya kalan Kürtler yapamaz.

Kürdistan’ın diğer parçalarını da göz önünde bulundurursak, Güney Kürtleri en şanslı Kürtlerdir diyebiliriz. Çünkü Irak’ın demokratikleşmesinde, özellikle de Saddam dönemi sonrasında Irak’ın yeniden yapılanmasında önemli ittifak ve görevler üstlendiler. Ama buna rağmen ne Kürtlerin sorunları çözüldü ne de Irak demokratikleşti. Halkların kardeşliği ve Türkiye’nin demokratikleşmesini esas alan tarafların bu gerçeği siyasi felsefeleri gereğince göz ardı etmelerinin anlaşılır bir yanı yoktur. 

Kaldı ki Irak devletinin, kurulduğu günden beri, Kürtlere karşı inkâr politikasını izlemediği gerçeğini de bilmemiz gereklidir. 

Abdülkerim Kasım’ın, 1958 yılında Irak monarşizmini devirdikten ve cumhuriyeti ilan etmesinin hemen ardından Kürtler, Araplarla birlikte Irak devletinin kurucu bileşenleri olarak anayasada yer aldılar. Ama Arap milliyetçileri ve nasyonal sosyalistlerin, Abdülkerim Kasım iktidarına karşı durmaları, 1958 anayasasının hayata geçmesine engel oldu. Bundan dolayı, Mustafa Barzani’nin önderliğinde 11 Eylül ihtilali başladı.

11 Eylül ihtilalinin, Bağdat’ı dize getirmesinin ardından 11 Mart 1970’te otonomi antlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya göre şöyle deniyordu; “Irak Cumhuriyeti, eşit haklara sahip iki ulustan, yani, Araplarla, Kürtlerden oluşan bir birleşik devlet olmalıdır.“ Aynı zamanda Anayasa, Kürdistan'daki Kürt halkının ulusal haklarını kullanabilmelerine olanak verecek olan yasama, yürütme ve yargı kurumları, kuruluş biçimini gösteren maddeleri de kapsamalıdır. Kerkük de Kürdistan ili olarak, otonom bölgenin sınırlarına dahil edilmişti.

Ama anayasanın bu maddeleri hep teoride kaldı fakat pratikte Kürtlerin tasfiyesi vardı. 11 Mart otonomi antlaşmasının maddeleri hiçbir zaman uygulanmadı. Buna itiraz eden Kürtlere, 1975 yılında napalm ve MIG uçakları ile cevap verildi. 

1976 yılında tekrar başlayan ihtilalin ardından 1991 yılında Kürtler defacto yarı devlet olma özgürlüğüne kavuştu. Merkezi hükümet ile hiçbir hukuki bağımlılığı olmadı.

2003 yılında, Saddam diktatörlüğünün yıkılmasından sonra, yeni Irak gündeme geldi. Kürtler yine Bağdat’ta mahkûm bırakıldı ve “Yeni Irak’ın” oluşmasına ortak olmaya zorlandı. 2005 yılında yeni düzenlenen Irak anayasası oluşturuldu. Kürtler, bu kez yasal zeminde daha fazla hak ve özgürlükleri elde etti, ama Bağdat ile olan sorunlar bir türlü çözüm bulmadı.

En çarpıcı örnek ise, Kerkük ve “sorunlu bölgeleri” içeren 140. Madde. Aradan 15 yıl geçmesine rağmen 140. maddenin bir fıkrası dahi uygulanmamıştır. Oysa Kerkük, tam 50 yıl önce yapılan 11 Mart otonomi antlaşmasında Kürt ili olarak yer almıştı. 

Görüldüğü gibi, Irak devleti kurulduğu günden beri, Kürt halkının hak ve özgürlükleri yasal olarak garanti altına alınmıştı. Ama Irak, hala Kürtlerin ve Arapların ortak devleti olamamıştır. Eskiden napalm ve kimyasal kullanarak Kürtleri susturmaya çalışan Bağdat şu anda Kürdistan bütçesini bir silah olarak kullanıyor.

Burada Kürtlerin üzerinde durması gereken mesele şudur; 

Irak'ın, 60 yıldan bu yana Arap ve Kürtlerden oluşan bir devlet olduğu gerçeği, yasal zemin kazanmış olmasına rağmen hala Kürt ve Kürdistan meselesinde ciddi sorunlar yaşanmaktadır.

Irak krallık ile yönetildi, kısa da olsa cumhuriyet dönemi yaşandı, sonra milliyetçi sol hareketin öncülük ettiği Arap Sosyalist Partisi (BAAS) dönemi yaşandı. Son olarak, 20 yıldan bu yana demokratik ve hukuk devleti olma çabası içinde olan Irak, bu yönde bir metre dahi yol alamamıştır. Üstelik Kürdistan’da yeşeren genç demokrasiyi de tehdit etmektedir.

Oysa Kürtler, Irak’ın demokratik hukuk devleti olabilmesi için üzerine düşeni fazlasıyla yapmıştır. Özellikle de son 20 yılda, Bağdat’tan daha ileri olduğunu da ispatlamıştır. Buna rağmen hala Bağdat’ın esiri olmaktan kurtulamamıştır. Irak, bu kabiliyetsiz ve güçsüz konumuna rağmen, “Irak’ın halkçı Kürtlerini” Kürdistan’ın kazanımlarını imha etmek için kullanabiliyor. 16 Ekim olayları da bu çerçevede devreye sokuldu.

Irak’ta durum bundan ibaret iken, kuzey Kürdistan’da hala belirleyici güç olan PKK ve taraftarlarının, Kürt siyasetini tamamen Türkiye’nin demokratikleşmesine adapte etmeleri doğru değil. Çünkü bu yaklaşım, Kürt hareketinin istikametini aynı zamanda belirsizliğe doğru itmektedir.

Kaldı ki Türkiye, Türk milliyetçiliğini esas alan, Türk olmayan millet ve azınlıkları tasfiye etme temelinde kurulan bir devlettir. Türkiye, Kürt meselesinde, Irak’ın çok daha gerisindedir ve Irak’ın seviyesine gelebilmesi ufuklarda bile görünmüyor.

Dolayısıyla Kürtlerin bu gerçekleri göz önünde bulundurarak yeni bir siyasi refleks geliştirmeleri gerekmektedir. 

Güney Kürdistan, Kürdistan’ın diğer parçaları için her açıdan örnek alınacak konumdadır. Kürtler, 60’lı yıllardan beri, Saddam Hüseyin iktidarının yıkılmasına kadar Irak’ın dindar, sosyalist, demokrat muhalifleri ve partileri ile birlikte mücadele ettiler.

Hem devrim döneminde hem de 1991 itibariyle kurulan Kürdistan Federal Hükümeti döneminde, Şiilerin dini liderlerini, Irak Komünist Partisini, Maliki ve Çelebi gibi muhalifleri yıllarca Kürdistan’da misafir ettiler. 

Ama Saddam döneminin ardından, ABD ve Kürtlerin mücadelesi sayesinde Bağdat’ta hükümet olabilen bu çevre, mesele Kürt ve Kürdistan olunca birleşiyor ve bazen Saddam Hüseyin’i aratmayacak noktaya gelebiliyorlar.

Kürtlerin şu anda Bağdat’ta bulunan “mücadele yoldaşları” 16 Ekim olaylarından sonra, Kürdistan Bölgesel Hükümetini tamamen teslim alıp Saddam Hüseyin döneminden kalma sahte otonomiyi gündeme getireceklerdi. Hatta Kürdistan Başkanı sayın Mesut Barzani’yi de tutuklamayı planlamışlardı.

Sonuç olarak;

Güneyli Kürtler, Irak için her türlü fedakârlıkta bulunmaları, idareleri altındaki bölgeleri kısıtlı bütçeye rağmen, Irak’ın diğer bölgelerine nazaran çok daha ileri bir seviyeye ulaştırdılar. Ama hala tehdit altında yaşıyorlar.

Kuzey Kürtleri için her açıdan öğretici olan Irak gerçeği, siyasi mücadelenin her alanında esas alınmalıdır. Hakların kardeşliği tezi değerlidir, kutsaldır ancak Kürtlerin sırtına bilinçli olarak bindirilen bir yüktür. Bu yük, Kürtlerin hak ve özgürlüklerini elde etmeleri için taşınan bir yük değil Kürtleri, Kürtlükten çalmanın çabasıdır. Gerçek kardeşlik özgür olmaktan geçer…  


Rojhat Amedi 

26.05.2020